VEFATININ 10. YILINDA HALİL NECATİ COŞAN AMCA’YI RAHMETLE ANIYORUZ
(1906 - 5 Haziran 2008)
Ankara Hayat Hikayeleri
A. AİLESİ VE ÇOCUKLUĞU
Halil Necati Efendi, 1906 yılında (Rûmî 1322) Ahmetçe köyünde doğdu. Babası Molla Mehmed’dir. Ailenin ikinci çocuğudur. Baba tarafından soyu, Buhàra’dan Çanakkale’ye göç etmiş seyyidlere dayanır.
Ahmetçe köyü Edremit körfezinin kuzeyinde, Kaz Dağı’nın eteğinde 400 yıl kadar önce kurulmuş bir köydür. Deniz seviyesinden yüksekliği 500 m, denize uzaklığı 5 km’dir. O bölgedeki köyler, korsan korkusundan genellikle denizden uzak ve yüksek yerlere kurulmuştur. Son zamanlarda sahile de konutlar yapılmıştır. Köyün sahil bölgesine Yalı denilmektedir.
Köy halkı tarım ve hayvancılıkla geçinir. En önemli meşguliyet zeytinciliktir. Son yıllarda Antep fıstığı üretimi de yapılmaktadır. Köyün nüfusu, 2012 yılı adrese dayalı nüfus kayıt sistemine göre 606 kişidir.
1930’lu yıllarda köyün insanları birbirlerine saygılı, dürüst insanlardı. Okul pek yaygın olmadığından cahildiler, ama hakka hukuka riayet ederlerdi. Hiç hırsızlık olmazdı. Uygunsuzluk, ayyaşlık yoktu. Cuma günü köyde pazar kurulurdu. Herkes satılacak malını getirir, caminin önüne koyar giderdi. Hiçbir zarar olmazdı. İnsanlar birbirlerini sevip sayarlardı, güvensizlik yoktu.
Dedesi Molla Abdullah, İstanbul’da Süleymaniye’de medresede okurken Gümüşhaneli Hazretleri’ne intisab etmiş, sohbetlerine devam etmiştir. Hizmet ehli, gayretli, çok çalışkan bir kimse olduğu için, Gümüşhaneli Hazretleri’nin sevgisini kazanmış, “Evladım ol!” diye iltifatına mazhar olmuştur.
Molla Abdullah, mollalığı devam ettirememiş, sonraki yıllarda Ahmetçe’ye dönmüş, Dudi Hanım’la evlenmiştir. Dudi Hanım’ın baba tarafı Buhara’dan gelmiş, Sülâle-i Tâhireye mensub kimselerdir. Kendisi iyi yetişmiş, mükemmel bir fıkıh hocasıdır.
Molla Abdullah, erkek çocukları yetişince, onları İstanbul’a tahsile göndermiştir. Halil Necati Efendi’nin babası Molla Mehmed ve amcası Molla Mustafa, İstanbul’da Fatih Başkurşunlu Medreselerinde dokuz yıl tahsil görmüş, icazet almış, ilmiye sınıfına mensup kimselerdir. Gümüşhaneli Dergâhı’yla ilgileri vardır.
I. Dünya savaşı çıkınca seferberlik ilan olmuş, Halil Necati Efendi’nin babası ve amcaları askere alınmıştır. Üçü de Çanakkale Harbi’nde bulunmuştur. Babası Molla Mehmed, daha sonra Sarıkamış Harekâtına katılmıştır. Amcası Molla Mustafa Gazze’de şehid olmuştur. Babası ve diğer amcası da askerden dönmemişlerdir. Nerede şehid oldukları bilinmemektedir.
Babası Molla Mehmed’in vefatından sonra, Halil Necati ve iki kız kardeşini (Ümmü ve Feyziye) annesi büyütmüştür. Annesi rikkatli, merhametli, çalışkan bir hanımdır.1953 yılında Ahmetçe köyünde vefat etmiştir.
Halil Necati’yi annesinin yanı sıra, dedesi Molla Abdullah himaye etti. Dedesi gayet dindar, gayret-i diniyye sahibi, iyiliksever bir insandı. Halil Necati’yi okuttu, okula gönderdi, ilim öğrenmesi için maddi ve mânevî yardımda bulundu. Her türlü yiyecek ve giyecek ihtiyacını o temin ederdi. 1928 yılına kadar beraber yaşadılar, o yıl vefat etti.
Halil Necati, 9 yaşında iken köyünde hafızlığa başladı. Hocası köyün imamı olan Çankırılı Mustafa Efendi idi. İki buçuk yılda hafızlığını tamamladı.
Bayramiç ilçesinin Çırpılar köyünde Hacı Ali Efendi’nin medresesi vardı. 17 yaşındayken, dedesi Halil Necati’yi oraya götürüp yerleştirdi. Orada iki sene kadar tahsil gördü. Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıktıktan sonra (3 Mart 1924) medreseler kapatılınca, köye dönmek zorunda kaldı.
O zamanlar Çırpılar köyü, Kazdağı’nın hemen eteğinde yer alan, 80 hanelik bir köy idi. Çırpılarlı Ali Efendi (1863-1945), İstanbul’da medrese tahsili yaparken Hasan Hilmi Hazretleri’ne intisab etmiş, iki defa halvete girmiş, hilâfet almış bir zat idi. Tahsilini bitirdikten sonra, resmî görevleri reddederek köyüne döndü. O zaman malî durumları iyi olduğu için, kendi imkânlarıyla ve çevresinin de yardımlarıyla köyünde bir cami ve 24 odalı bir medrese inşa ettirdi. Orada talim ve terbiye, tebliğ ve irşad hizmetlerine başladı (hicrî 1322 / milâdî 1904), yüzlerce talebe yetiştirdi.
Çırpılarlı Ali Efendi çok mükemmel, çok sevimli bir insandı; melek gibiydi. Uzunca boylu, zayıf yüzlüydü. Allah’ın evliyasından olduğu açık seçik meydandaydı. Molla Abdullah, yaşça daha büyük olduğu halde Çırpılarlı Ali Efendi ile karşılaşınca elini öpmeğe davranır, o da mukabele ederek onun elini öpmeye çalışırdı. Aynı dergâhın muhabbetli ve ihlâslı iki müntesibi, birbirlerine sevgilerini böyle tevazu ile arz ederlerdi.
Halil Necati Efendi, askerden geldikten sonra Çırpılarlı Ali Efendi’yi ziyarete gitmiş, kendisine intisab etmiştir (1928).
Çırpılarlı Ali Efendi kerametleri zahir, alim, fâzıl, mücahid, bölgede marûf, sevilen, sayılan, rahmetle anılan bir mübarek zat idi. İstiklal Savaşı sırasında Bayramiç yöresinin Kuvâ-yı Milliye temsilcisi olarak görev yaptı. Bir ara Bayramiç Müftülüğü görevinde de bulundu. Ali Efendi 15 Ağustos 1945 tarihinde vefat etti. Medresesi zamanla yıkılmış, yok olmuştur.[1]
Halil Necati Efendi 1928 yılında Şadiye Hanım’la evlendi. Şadiye Hanım’ın dedesi Molla Hüseyin, Halil Necati Efendi’nin dedesi Molla Abdullah’ın kardeşidir. O da Çırpılarlı Ali Efendi’nin müridlerindendi.
Şadiye Hanım’ın babası Ahmet Çavuş, köyün önde gelen kimselerindendi. Çok muhterem, güngörmüş, zeki, iş bilen, sevilen ve sayılan, herkesin yardımına koşan bir insandı. Kardeşlerinin hepsini iş sahibi yapmış, kendi işlerine ortak etmişti. Kerimesi, Şadiye Hanım’ı da İslâmî bir terbiye üzere yetiştirmişti.
Şadiye Hanım dindar bir hanımdı. Evini, çocuklarını çok severdi. Herkesin yardımına koşan bir yapısı vardı. Komşuluk hukukuna çok riayet ederdi. Komşuları da ondan çok memnundu. İçli, hisli bir insandı. Gönül kırmamaya çok dikkat ederdi. Gıybeti hiç sevmezdi. Birisi gıybet edince, “Aman evlâdım, aman kardeşim, boş ver, günaha girme!” diye ikaz ederdi. Hatta o şahıs gıybete devam ederse, oradan kalkar giderdi.
Adab-ı İslâmiyye sahibiydi. Çocuklarını da bu terbiye üzere yetiştirdi. Onların üzerine titrer, ibadetlerini en iyi şekilde yapmalarına gayret ederdi. Çok becerikli, ev idaresini bilen, geçim sahibi bir hanımefendiydi. Çok sıkıntılı günler yaşadılar. O sıkıntılı günlerinde eşini hiç yalnız bırakmadı, hep destekledi. Tevekkülle hareket edip, evi çekip çevirdi.
Halil Necati Efendi ile Şadiye Hanım’ın beşi erkek, ikisi kız, yedi çocukları oldu. Şadiye Hanım yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak, 7 Ağustos 1964 günü rahmet-i Rahman’a kavuştu. İstanbul Erenköy mezarlığına defnedildi. Aynı yıl üçüncü oğlu Mustafa Enver de hastalandı, o da vefat etti.[2]
Halil Necati Efendi, Şadiye Hanım’ın vefatından sonra Fatma Aliye Hanım’la evlendi. O da 1999’da, Mekke-i Mükerreme’de vefat etti.
Köyde üç sınıflı ilkokul vardı. Halil Necati Efendi’nin büyük oğlu Mehmet Kâzım çok başarılı ve zeki bir öğrenciydi. Köy öğretmeni onun için babasına, “Bunun kadar zeki çocuğa tesadüf etmedim, bunu mutlaka okut!” dedi. O sırada Halil Necati Efendi’ye İstanbul’dan bir ortak iş teklifi geldi. Bunun üzerine hem İstanbul’da iş yapmak, hem de çocukları okutmak için 1942 yılında İstanbul’a taşındılar. Şehzadebaşı’nda bir ev tuttular.
Halil Necati Efendi ilk iş olarak ticareti seçti. Kayınbiraderiyle ortak iş yaptılar. Fakat ticarette başarılı olamadı. Veresiye verdiği yerlerden alacağını tahsil edemedi. Müslüman gördüğü, hüsn-ü zan ettiği insanlardan verdiklerini alamadı. Hem parayı hem de müşterileri kaybetti.
O sıralar (1952) Abdülaziz Bekkine Hazretleri’nin sohbetlerine devam ediyordu. Durumu kendisine arz etti. Onun tavsiyesiyle müezzinlik imtihanlarına hazırlanmaya başladı. O günlerde Fatih Müftülüğü imtihan açtı. Halil Necati Efendi imtihanı birincilikle kazanınca, daha iyi şartlarda Kur’an kursu kadrosuna tayin edildi. Yazısı ve ifadeleri güzel olduğu için, Fatih Müftülüğü’nde kâtip olarak işe başlattılar. Orada 19 yıl çalıştıktan sonra emekli oldu.[3]
B. İSTANBUL’DA ŞEYH EFENDİLERLE TANIŞMASI
1. Abdül’aziz Bekkine Hz.
Halil Necâti Efendi İstanbul’a yerleştikten sonra, Şehzâdebaşı Damat İbrahim Paşa Camii’nde Serezli Hasîb Efendi’nin sohbetlerine devam etti. Onun vefatından sonra, bir arkadaşının aracılığıyla Kazanlı Abdül’aziz Efendi’yi ziyarete gitti. Onu çok sevdi, gönlü bağlandı ve intisab etti (1952). Onun Ümmügülsüm Camii’ndeki sohbetlerine devam etti. Zaman zaman çocuklarını da sohbetlere götürürdü. Böylece küçük yaşta tasavvufî bir eğitime başlamış oldular.
Abdül’aziz Bekine, Hazret-i Ali Efendimiz’i hatırlatan bir vücut yapısına sahipti. Saçı sakalı sarışın, kol ve pazuları kalınca, güçlü kuvvetli, göğsü geniş, yüzü heybetli idi. Bazı kere tüyleri ürperten bakışlarına ve ciddî tavırlı görünmesine mukàbil, misafir ve ziyaretçilerine hitap ve iltifatı gayet latîf ve çok tatlı olurdu. Münazara edası içinde olan konuşmalardan son derece hoşlanırdı. Gecenin geç saatlerine kadar devam eden konuşmalardan sonra, evde abdest tazelenip, yatmaya fırsat kalmadan sabah namazı için camiye dönüldüğü zamanlar olurdu.
Yalnız olarak yemek yediği, her halde görülmemiştir. Sofra arkadaşı olan talebelerini kardeş, evlat kabul ettiği için, onların seviyesine iner, kendi kaşıklarıyla ikram iltifatında bulunurlardı.
Dünyaya, dünyalıklara soğan kabuğu kadar değer vermezdi. Evinde, elinde olanı sabaha bırakmazdı. Maddi bakımdan sıkıntılı bir hayatın içindeydi. Fakat çile ve mihneti zevk kabul ettiğinden durumunu hissettirmezdi. Hep, mesrur görünürdü. Ailece aç kaldığı, aç yattığı zamanlar olurdu. Yaz-kış giyiminde fark olmazdı.
Sözle ifadesi zor olan fevkalâde birçok hal ve meziyetin sahibiydi. İlim otoritesi sayılan zatlar, ulûm-u diniyye dışında, eğitim ve öğretimi yapılan bütün ilimlere, tahsilini yapmadığı halde vukufiyeti bulunduğunu hayranlıkla anlatırlardı.[4]
Abdül’aziz Bekkine Hz. son hastalığında müridlerine, kendisinden sonra Mehmed Zahid Kotku Hazretleri’ne tâbi olmalarını vasiyet etti. 2 Kasım 1952 (17 Safer 1372) tarihinde 57 yaşında vefat etti. Fatih Camii’nde Mehmed Zâhid Kotku Hz.nin kıldırdığı cenaze namazından sonra, Edirnekapı Sakızağacı şehitliğine, şeyhi Serezli Hasib Efendi’nin yanına defnedildi.[5]
2. Mehmed Zâhid Kotku Hz.
Abdül’aziz Bekkine’nin vefatından sonra, Fatih müftüsü olan Ali Rıza Hakses’in himmetiyle, Mehmed Zâhid Kotku Hz. Bursa’daki Üftâde Camii’nden, Zeyrek’teki Ümmügülsüm Camii’ne naklen tayin edildi. 1953 yılının ilk ayında, Abdül’aziz Bekkine Hz.’nin halefi olarak göreve başladı. Halil Necati Efendi kendileri ile o zaman tanıştı.
Abdül’aziz Efendi’nin, Mehmed Zâhid Kotku Hz. ile çok samimi dostlukları vardı. Dergâha beraber devam etmişler, iki defa halvete beraber girmişler ve dervişlik devreleri beraber geçmişti. Orada, Mustafa Fevzi Efendi (Tekirdağlı) onların hocası idi. O sıralar Mehmed Zâhid Kotku Hz. zayıf bünyeli imiş ama, aynı zamanda ibadete düşkün bir kimse imiş. Abdül’aziz Efendi, onun hal ve meziyetlerinden bahsederken, “Evliya nümunesiydi” derdi.
Mehmed Zahid Kotku Hz. konuşması az ve pek mütevâzi idi. Abdül’aziz Bekkine Hz. gibi saatlerce sohbet etmezdi. Bazıları bu durumu yadırgadılar. “Bu makam buna mı kalacaktı?” deyip ayrılanlar oldu.
“Allah bir kişiyi severse, onu diğer insanlara da sevdirir.” hadis-i şerifi gereğince, İslâm’ı yaşayanlara ve yaşamak isteyen diğer insanlara sevdirilmiş olacak ki, kendisini sorup arayanların sayısı günden güne arttı. Hakîkaten Allah’ın sevdiği bir kul olduğu zahir oldu. Yıllar geçtikçe çevresi tahminin üstünde genişledi, hemen hemen tanımayan kalmadı. Görülen ve yayılan üstün meziyetlerinden dolayı, ülke çapında farklı bir ilgi ve itibarın sahibi oldu.
Gördüğü ölçü üstü alâka, saygı ve hürmet, onun gurura kapılmadan, bir mahalle camii imamı havası içinde yaşadığı mütevâzi hayatını devam ettirmesine mânî olmamıştır.
Yaratılışı pek güzel ve sevimli idi. İri ve geniş vücuduna gıda olacağına inanılmayacak kadar az yerdi. Az konuşur ve az uyurdu. Halim ve selim, gönlü mezmum sıfatlardan ârî ve pâk, müsamahası deniz gibi çok engin ve hudutsuzdu. Dıştan ve içten gelen ta’riz ve tecâvüzkâr davranış ve muhalefetlerden müteessir olmayan veya olduğunu hissettirmeden, muvafık ve muhalifine ikram ve iltifatında değişiklik yapmayan, emsâlsiz sabır ve kemâl nümûnesi idi.
Halil Necati Efendi, çocuklarını da yanına alıp, Mehmed Zâhid Kotku Hz.lerinin sohbetlerine devam etti. Onun yakın dostlarından oldu. Bir ara sabah namazlarından sonra beraber hafızlık tekrarı çalışması yaptılar.
M. Esad Coşan Hocamız o günleri şöyle anlatır:
“Ben ortaokulda iken kendisinin meclislerine babamın peşinden, babamın elini tutup, eteğini tutup onun yanında giderdim. O zaman Ümmügülsüm Camii’nde imamlık yapmaktaydı. Cumartesi günleri, caminin arkasındaki yüksek odada sohbetler olurdu. ‘Sen hazırlan!.. Sen konuş!’ filan diye söylerdi Hocamız... Bize de arada iltifat buyururdu, ‘Sen de hadi bakalım, filânca hadisteki mânâ nedir, ona hazırlan!’ gibi işaretleri olurdu.”[6]
Ümmügülsüm Camii hakkında istimlâk kararı alınınca, Mehmed Zâhid Kotku Hz. mahalle sakinlerinden Avukat Mazhar Sündüs Bey’in teşebbüsleriyle, 1958 yılında Fatih İskenderpaşa Camii’ne naklolundu. Hayatının sonuna kadar imamlık görevini burada sürdürmüştür. Bilindiği gibi, o da 13 Kasım 1980 (5 Muharrem 1401) günü sevdiği Mevlâsına kavuşmuştur.[7]
Mehmed Zâhid Kotku Rh.A zamanında, Halil Necati Efendi, Hocaefendi’nin yakın dostlarındandı. Cemaatteki herkes ona Necati Amca derdi.
İstanbul’da bulunduğumuz yıllarda (1972-1980), hemen her vakit onu İskenderpaşa Camii’nde görürdük. Kendine mahsus bir Kur’an okuyuşu vardı. Aşir olarak en çok (Lem yeküni’llezîne keferû…) Beyyine Sûresi’ni okuduğunu hatırlıyorum. 1973-1975 yıllarında İskenderpaşa Camii’nin yanındaki yurtta kaldık. Arkadaşlarla onun gibi Kur’an okumaya çalışırdık.
Hocaefendi olmadığı zaman, Hatm-i Hâcegân’ı o yaptırırdı. Dua ederken, “Şühedâ-i Bedir, Uhud, Hendek ve diğer gazâlar şühedâsının ruhlarına” deyişini; “Fetekabbelehâ rabbühâ bikabûlin hasenin sırrına mazhar eyle” deyişini hep hatırlarım.
Bir keresinde üç arkadaşım ders almak istiyordu. Bir öğle namazından sonra, namaz çıkışında Mehmed Zâhid Kotku Hocamız’a söyledim. Ev müsait olmadığından olsa gerek, “Necati’ye götür de, o tarif ediversin!” buyurdular. Eve yürüdüler. Ben içimden, “Keşke siz tarif etseydiniz!” diye düşündüm. Bana doğru dönüp, (El-vekîlü ke’l-asl) buyurdular. Yâni, “Vekil de asil gibidir.” demiş oldular. Necati Efendi’ye gittik, dersi o tarif etti. O zamanlar Yeşil Tekke Sokağında oturuyorlardı.
C. MAHMUD ES’AD COŞAN HOCAEFENDİ ZAMANI
Mehmed Zâhid Kotku Rh.A vefat edince, bazı ağabeyler Osman Çataklı’nın evinde toplanmışlar. Aynı binada oturan Necati Amca’yı da çağırıp, bundan sonra şeyhlik görevini kimin yapacağını sormuşlar. O da daha önce duyduklarını ve müşahedelerini anlatıp, “Bu işi Es’ad yürütecek!” diye bildirmiş.
Ağabeyler de bunu kabul etmişler. “Şimdi sıkıyönetim var, bir fitne olmasın. Biz bunu kırk gün gizleyelim! Hocamızın vasiyeti var, kırk gün sonra açılacak, vazifeyi kime bıraktığı o zaman belli olacak!” diyelim diye karar almışlar. Daha sonra M. Es’ad Hocamız bunu duyunca pek memnun olmamış, ama sesini de çıkarmamış.
Nitekim, kırk gün sonra Ankara’da Hacı Bayram Camii’nde Mehmed Zâhid Kotku Rh.A için okunan hatimlerin duası için bir program yapılmış ve Mahmud Es’ad Coşan Hocamız’ın irşad görevini yürüteceği ilan edilmiştir.
Mahmud Es’ad Coşan Hocamız, 13 Kasım 1980’den itibaren hemen göreve başlamış, hadis dersleri, Hatm-i Hâcegânlar, ders tarifleri hiç aksamamıştır. Necati Amca da M. Es’ad Coşan Hocamız’ın en yakın dervişi olmuştur. Hadis derslerine devam etmiş, Cuma namazlarını İskenderpaşa Camii’nde kılmaya çalışmıştır. Kandil gecelerinde hep M. Es’ad Coşan Hocamız’ın yanında yer almıştır. Beraber haclar, umreler yapmışlardır. Böyle bir evlâda sahip olmanın mutluluğu, her zaman yüzüne yansımıştır.
1990’lı yıllarda parti ile cemaat arasında bazı meseleler olunca, cemaatten bazı kimselerin kafası karıştırılmak istenmiştir. Bunun üzerine Necati Amca aşağıdaki açıklamayı yapmıştır:
Çok Kıymetli Evlatlarımıza!
Merhum ve muhterem Hocaefendimiz [Mehmed Zâhid Kotku], uzun müddet kalmak niyetiyle Hicaz'a gittiği son hac seferine çıkmazdan evvel, bir gün namazı müteakip camiden çıktıktan sonra şöyle konuştu: (Söylediği kelimeleri mübarek ağzından çıktığı gibi, aynen yazıyorum.)
“—Necati, biliyorsunuz ben Hicaz'a gidiyorum... (Biraz durakladıktan sonra) Vazifeyi de Es'ad'a bırakıyoruz!” demesi üzerine —yokluğuna tahammül edemeyiz anlamında:
“—Hocaefendi, bu hizmet sizsiz olur mu?” dedim.
“—Hem de gözümüz arkada kalmadan!” diye cevapladılar.
İşte, bu açık ifadeleri muvacehesinde, Hocaefendimiz’in durup dururken yaptığı bu konuşmayı, yersiz ve mânâsız yapmayacağına göre, ileride muhtemel ihtilaf ve şüphelere karşı, müsbet yönde senet olması maksadıyla bilhassa söz mevzuu ettiğine; ve hülasa, Hocaefendimiz’in yanlış, hatalı ve isabetsiz bir tavsiyede bulunmayacağına; benim de herhangi bir his ve tesir altında kalıp yalan söylemeyeceğime inanan ve kabul eden, yolumuzla alâkalı her kişinin; bugün Silsile'nin devamı olarak oğlumuz Es'ad'ın, Gümüşhaneli Dergâhı'nın aile reisi, yani Hocaefendimiz’in halefi ve makàmının varisi olduğunu kabul etmeleri emr-i zarûridir.
Hocaefendimiz bunları söylerken, şuuruna sahip, iradesine hakim idi. Görüldüğü ve bilindiği üzere benim de şuurum yerinde, el-hamdü lillâh... Beşer olduğu için, yakışmadığı halde her günahı yapması ihtimali olan müslüman insanın, yalan söyleyemeyeceği Peygamber buyruğu ile müeyyeddir. Sümme sümme el-hamdü lillâh Allah’a, ahiret gününe, hesaba ve azaba inanan bir müslüman olduğum için, yalan söylemedim. Anlattıklarım, Hocaefendimiz’in mübarek ağzından çıkan aynı kelimelerdir. Buna binâen diyorum ki:
“—Oğlumuz Es'ad Coşan, Efendimiz Hazretleri'nin ihtilaf kabul etmez, tereddüt ve şüpheden arı, sıhhatli, sağlam halefi ve makàmının varisidir. Aksini iddia edenler yanılgı ve hatâ üzeredirler. Kendilerine, doğruyu görmeleri ve doğruyu söylemeleri için dua edelim!”
Bu yazdıklarımı kıymetli Konyalı kardeşlerimize, gerektiği takdirde de her yerde ve herkese okuyuvermeniz ricasında bulunur; can ü gönülden selâm ve sevgilerimi sunar, mukabil dualarınızın devam üzere olmasını dilerim. (30 Eylül 1990)
1991 yılında Necati Amca’yı ziyaret etmiştim. O sıralar M. Es’ad Coşan Hocamız, uzun zamandır Avustralya’da bulunuyorlardı. “Ne zaman gelecekler?” diye Necati Amca’ya sordum. Şöyle anlattı:
“—Geçen gün Es’ad’la telefonla konuştum. ‘Oğlum, seni çok özledik, artık gelsen…’ dedim. Sonra birden aklıma geldi: Allah’ın velî kulları iradelerine mâlik değildirler. Kendilerine işaret olunur, ona göre hareket ederler. Bunun üzerime dedim ki: ‘Oğlum sen bilirsin, ne zaman uygun görürsen o zaman gel! Sana itiraz etmiş gibi olmayayım!’ dedim.”
Babası olduğu halde, Hocamız’a çok büyük bir teslimiyeti vardı.
1996 Ağustosunda sağlık taraması için Ahmetçe’ye gitmiştik. Yalıdaki camide Necati Amca ile de görüştük. O sıralar Hocamız sarık üzerinde çok duruyorlardı. Bir sarık da ben sarmıştım. Necati Amca sarığımla ilgilendi. “Çok güzel olmuş!” diye iltifat etti. Çok samimi ve cana yakın bir kimseydi.
Hocaefendimiz 1960’lı yıllarda Üsküdar’da, Aziz Mahmud Hüdaî Hazretlerinin Çilehanesi yakınından arsa almışlardı. Onu müteahhide verdiler. 1994 yılında bina tamamlanınca, oraya taşındılar. Necati Amca da oraya taşındı. Oğlu Mithat Coşan’la beraber kalıyorlardı.
Evlerinin yakınında Çilehane Mescidi vardı. Mescidin kıble tarafında vakıflara ait 17 dönümlük geniş bir arazi, Aziz Mahmud Hüdai Vakfı tarafından işgal edilmişti. Hocamız, Çilehaneyi Yaptırma ve Yaşatma Derneği diye bir dernek kurdurdu. Mescidin arka tarafında kalan, vakıflara ait bir dönümlük alanı, dernek adına tel örgü ile çevirttirdi. Mescid tamir edildi, yenilendi. Çevre düzenlemesi, şadırvan yapıldı. Daha sonra cemaat hizmetleri için bazı binalar yapıldı.
Mescidde İskenderpaşa Camii’ndeki gibi sabahları Evrad okunmaya başlandı, Hatm-i Hacegânlar yapıldı. Cemaat faaliyetlerinin merkezi haline geldi.
Hocamız yurtdışına çıktıktan sonra (7 Mayıs 1997), Çilehane’deki görevleri o yürütüyordu. Her gün evrad okunuyor, Hatm-i Hâcegân yapılıyordu. Hocamızın vefatından sonra da aynı görevleri yürüttü. Ziyaretçilerle ilgilendi. İyice hasta olup hastaneye yatıncaya kadar camiye gelmeye çalıştı.
Necati Amca’nın son yıllarında yaşlılığa bağlı zaafiyet hasıl oldu. Son günlerinde iyice rahatsızlandı, hastaneye yatırıldı. En nihayet, 5 Haziran Perşembe günü tedavi gördüğü hastanede hayata gözlerini yumdu. Cenazesi 6 Haziran Cuma günü Süleymaniye kabristanına, hocalarının yanına defnedildi. Mevlâ rahmet eyleye…
Necati Amca’nın vefatından sonra, Çilehane Mescidi ve çevresi başkalarının eline geçti veya başkalarına devredildi. Alan kimseler restorasyon bahanesiyle sapsağlam mescidi yıktılar, çevresini târumâr ettiler. Hocamız’dan hiçbir hatıra bırakmadılar. Yıllarca perişan bir halde beklettiler. Nihayet kendi camilerinin gölgesinde, gariban bir bina haline getirdiler. Eski fonksiyonu ve faaliyeti kalmadı.
شَرَفُ الْمَكَانَ، بِالْمَكِينِ
(Şerefü’l-mekân, bi’l-mekîn) “Bir yerin kıymeti, şerefi, içinde bulunan insandan dolayıdır. Yâni, çok kıymetli bir insan bulunuyorsa, o mekân şerefli bir mekândır.”
Allah-u Teàlâ Hocalarımıza ve Necati Amcamıza rahmet eylesin… Makamlarını yüce eylesin… Ahirette, cennette beraber olmayı nasib eylesin…
Ankara – 04. 06. 2018
[1] Mahmud Es’ad Coşan, İslâm, Başyazı, Eylül 1996.
[2] Coşkun Yılmaz, Halil Necati Coşan’la Röportaj, İslâm, sayı:159, Kasım 1977.
[3] M. Zahid Erkaya, Mahmud Es’ad Coşan’ın Hayatı, Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri (Yüksek Lisans Tezi), s.24, Ankara-2014.
[4] Metin Erkaya, Anılarla M. Zâhid Kotku, s.145, Seha Neşriyat, İstanbul 1996.
[5] M. Zahid Erkaya, A.g.e. s.28.
[6] Mahmud Es’ad Coşan, Aile Eğitim Toplantısı, Gemlik, Bursa, Şubat 1992.