HOCAMIZ’DAN HATIRALAR

HOCAMIZ’DAN HATIRALAR

Merhum M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’le tanışmamız 1973 yılında oldu. O zaman lise son sınıf öğrencisiydim. Bir yıl önce Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’ni ziyaret edip, ders almıştım. Camide evvâbin namazı kılarken, Ankara İmam-hatip’te okuyan bir arkadaşla tanıştık. O da dersliymiş. Daha önceden M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in evine gitmiş. Zannedersem Kurban Bayramıydı. O arkadaşla beraber Hocaefendimiz’in Ankara Kalaba’daki evine gittik. Askerden yeni gelmişlerdi. Bayramlaştık, tanıştık. O zaman Es’ad Ağabey diyorduk.

1973 Mayıs’ında Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri Ankara’ya gelmişlerdi. M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in evinde kalıyorlardı. Her akşam bir evde sohbet oluyordu. Annem de ders almak istiyordu. Onun için M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in evine gittik, orda Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nden ders aldık.

Yine aynı yıl üniversite giriş sınav sonuçları gelince, (Ekim 1973) M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in evine gittik. Gazetede 519 puan alan birisinin resmini yayınlamışlar. Benim 521 puan aldığımı öğrenince tebrik etti. İstanbul’da okumak istediğimi söyledim. “Madem bu kadar puan almışsın, tercih senin. İnşaallah hayırlı olur.” dedi.

 

İstanbul Tıp Fakültesine başladım. İskenderpaşa Camii’nin avlusunda, yurt olarak kullanılan kısımda kalıyordum. Daha sonraki bir ziyaretimde, “Hocamız’ın yanıbaşında kalmak ne kadar güzel! Keşke ben de öğrenci olsam da, orada kalsam.” dediler.

1975 yılının ilk günleriydi. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri hacdan dönüşte Ankara’ya uğramışlardı. Kardeşimle birlikte M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in evine gittik. Orada Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’ni ziyaret ettik. O gün Zilhicce’nin son günüydü. Bize hurma, zemzem getirdiler. Biz içerken, Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri:

“—Bugün senenin son günü... Oruç tutmak gerekiyordu, size söylemediler mi?” dedi.

Biz de:

“—Senenin ilk günü oruç tutulacağını biliyorduk ama, son günü tutulacağını bilmiyorduk.” dedik.

 

* * *

1977 yılı baharıydı. Bir pazar günü, Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri hadis dersine M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’le beraber geldiler. Ders yaparken üzerinde oturdukları mindere M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’i oturttu:

“—Bundan sonra dersi Es'ad yapacak!..” dedi. “Es'ad, bizim damattır, Ankara İlâhiyat Fakültesi'nde hocadır.” dedi.

Sonra, kendisi de yanına, yere oturdu. Beş-on dakika dinledikten sonra gitti. M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz çok heyecanlıydı, tir tir titriyordu.

O günden sonra, dersleri M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz yapar oldu. Hafta sonları Ankara’dan geliyor, dersi yapıp dönüyordu.

 

* * *

1980 Martında Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri midesinden ameliyat oldu, Özel Vatan Hastanesi’nde yatıyordu. M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz de yanında, hizmetinde bulunuyordu. O günlerde tıp fakültesinden yeni mezun olmuştum. Yeni mezun bir başka doktor arkadaşla beraber ziyaret için hastaneye gittik. M. Es'ad Coşan Hocaefendimiz bizi içeri aldı.

O sırada Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri yatağında, sağ yanları üzere yatıyordu. Arkası bize dönüktü. Sol eli yorganın üzerindeydi. Serum takıldığı için yer yer şişlikler ve iğne yaraları vardı. M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz:

“—Baba! Metinler geldi, okulu bitirmişler...” diye seslendi.

Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri bize doğru döndü. Yanına vardık, elini öptük.

“—Vakıf Gureba Hastanesi’nde çalışsınlar, gariplere hizmet etsinler!” buyurdu.

Biz o günlerde tayin için müracaat ettik, uğraştık. Hatta Turgut Özal bile devreye girdi ama, o günkü vakıflar yönetiminden tayin çıkartamadık.

 

* * *

Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin vefat ettiği günlerde,  M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz çok üzgündü. İskenderpaşa’da hatimler okunuyor, dualar ediliyordu. Cemaat suskundu, kimse çok fazla konuşmuyordu. Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nden sonrası için genel bir açıklama yapılmamıştı. Sonradan öğrendiğimize göre, bazı ağabeyler tedbir olsun diye yeni durumu, yâni M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in irşad görevini, gizlemeyi uygun görmüşler. Bu arada, “Efendi Hazretleri bir mektup bırakmış da, 40 gün sonra açılacakmış da...” gibilerden yanlış haberler yayılıyordu. Bu durum kısa süre de olsa, birçoklarında şaşkınlığa yol açtı.

Biz de yurtta, öğrenci arkadaşlarla oturup, bu vazifenin kime verilmiş olabileceğini müzakere ettik. İlim yönünden, güzel ahlâk yönünden, bütün cemaatin sevgisini kazanmış bir kimse olarak, irşad görevinin Es’ad Ağabeyimiz’e verilmiş olabileceğine karar verdik. Hem zâten hadis derslerini yapsın diye, Efendi Hazretleri bizzat elinden tutarak kürsüye oturtmamış mıydı!..

Fakat maalesef, 40. günü Ankara’da Hacıbayram Camii’nde yapılan hatim duasına kadar, bu konuda sağlıklı bir bilgi edinemedik. O gün hatim duasından sonra, herkesin elini öpüp biat etmesiyle, M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’in irşad vazifesi ilân edilmiş oldu.

 

O günlerde, Ankara’da Hakyol Vakfı’nın yönetim kurulu toplantısı olduğu bir gün, bazı arkadaşlar Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nden sonra irşad görevini kimin yürüteceğini M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz’e sormuşlar.

O da Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin sağlığında, “Evlâdım, bu vazifeyi benden sonra sen yaparsın!” dediğini; “Efendim, ben aciz bir kimseyim, nasıl yapacağım?” deyince de, “Sana yardım ederler.” buyurduğunu anlatmış.

Sonra, “Profesörlüğünü tamamla! Anadolu’ya seyahata çık! Büyük bir mânî olmadıkça, İskenderpaşa Camii’ni terk etme!” dediğini nakletmiş.

 

Askerlik dolayısıyla ancak 4 Ocak 1981 günü İstanbul’a gidebildim. Sabah namazına İskenderpaşa’ya yetiştim. Cami dopdoluydu. Cemaatte bir canlılık vardı. Caminin içinde, sağ tarafta, müezzin mahfelinde sarıklı, krem renkli cübbeli, siyah sakallı, heybetli bir zât-ı muhterem oturuyordu. Eski Es’ad Ağabeyimiz’den çok farklıydı. Dua kitabından okudular. Sonra, hatm-i hâcegân yaptırdılar, dua ettiler. İşrak namazı kılındı. Cami çıkışında elini öptük, bağlılıklarımızı arz ettik.

İkindi hadis dersi çok kalabalıktı. Cemaat caminin avlusunu doldurmuş, caddeye taşmıştı. Namaz kılınırken, bir kısım cemaat ayakta kalmıştı. Hadis dersinden sonra cami avlusu bayram yeri gibiydi. Herkes birbiriyle musafaha ediyordu. Uzak yerlerden gelenler dostlarıyla, arkadaşlarıyla hasret gideriyorlardı. Ders alacak arkadaşlar caminin arka kısmındaki misafirhaneye götürülüyordu. Herkes coşkulu ve ümit doluydu.

Hocaefendimiz camiden çıkarken yol açıldı. El öpmek için yine sıraya girildi. Sorunları olanlar yine fısıldaştılar. Her şey Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin (Rh.A) zamanındaki gibiydi.

 

* * *

M. Es’ad Coşan Hocaefendimiz Ankara’da oturuyor, hafta sonlarını İstanbul’da geçiriyordu. Bir taraftan Ankara İlâhiyat Fakültesi’nde hocalık yapıyor, bir taraftan da cemaatin meseleleriyle ilgileniyordu.

Önce evinin yakınındaki bir camide Râmûzül-Ehàdîs sohbetlerine başladı. Sonra Özelif Camii’ne alındı. Zaman zaman sohbetler evlerde devam ettirildi. Bazan cumartesi günleri yaptılar, bazan perşembe akşamları yaptılar.

Özelif Camii’nde yapılan sohbetler çok ilgi görüyordu. Kırıkkale’den, Konya’dan, Yozgat’tan, Anadolu’nun çeşitli illerinden otobüslerle sohbet dinlemeye geliyorlardı. Caminin üst katı, alt katı, çevresi cemaatle dolup taşıyordu. Biz de Sincan’dan gruplar halinde, düzenli olarak sohbet dinlemeye gidiyorduk.

 

1982 yılının Haziran ayıydı. Sincan’da, muayenehane açmak için hazırlıklar yapıyordum. O günlerde Hocaefendimiz, adresini herkesin bilmediği bir evde profesörlük için hazırlanıyormuş. Kendisiyle görüşüp, açılışa davet etme imkânı bulamadım. 22 Haziran salı günü, Ramazandan bir gün önce açılışı yaptık.

25 Haziran 1982 Cuma günü, bir iftar için Sincan’a geldiler. Teravih namazını, o zaman Mehmed Ali Torlak’ın görev yaptığı A. Andiçen Camii’nde kıldık. Namazı M. Ali Torlak kıldırdı. Kısa sureler okudu ama, yavaş kıldırdı. Hocaefendimiz çok beğendiğini söyledi.

Namazdan sonra çekine çekine, Hocaefendimiz’i muayenehaneme davet ettim. Teşrif ettiler. Karpuz ikram ettik. “Metin, bizi açılışa davet etseydin, gelirdik. Belki bir dua eden olurdu, biz de âmin derdik.” buyurdular. Ben de kendisine ulaşamadığımızı söyledim. Ellerini kaldırıp dua ettiler.

 

* * *

1982 yılının ekim ayıydı. Hocaefendimiz de katılabilsin diye, 31 Ekim Cumartesi günü düğün yapmayı düşünüyordum. Bir perşembe akşamı sohbetten sonra kendisine arz ettim. “Benim bildiğim, düğün ya perşembe günü olur, ya pazar günü olur! Nerden aklınıza geldi cumartesi günü düğün yapmak?” buyurdu. O gün Ankara dışında olacaklarını, başka bir zamanda olursa gelebileceklerini söylediler. Düğünü 28 Ekim Perşembe gününe aldık.

O gün öğleye doğru Vâlide Hanımla birlikte Sincan’daki evimize geldiler. Elinde bir de hediye paketi vardı. Bir takım Tasavvufî Ahlâk, 6 tane çay bardağı ve çay tabağı’nı hediye olarak getirmişler.

O sırada babamlar gelin almaya gitmişlerdi. Biz üst katta oturup sohbet ederken, bir ara dışarıdan sesler geldi. Gelin getirilmişti. Hocaefendimiz bana doğru eğildi, yavaşça, “Eğer senin aşağıda bulunman gerekiyorsa, gidebilirsin!” dedi. Ben de, bizim adetlerimize göre damadın gelini karşılamaya gitmediğini söyledim.

Öğleden sonra yemek yendi. Yemekten sonra gelen cemaate biraz sohbet ettiler. Nikâh kıyacakları zaman, benden kâğıt kalem istediler. Osmanlıca olarak nikâh metnini yazdılar. Mehir miktarını ve kimleri şahit olarak yazacağımızı sordular. Sonra nikâhı kıydılar, dua ettiler. Müsaade isteyip gittiler.

 

* * *

O yıllarda, kardeşim H. Ali ile beraber Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nin sohbetlerini yazıya geçiriyorduk. Bir kısmını daktilo edip Hocaefendimiz’e arz ettik. Çok hoşlarına gitmiş. Daha sonra 1983 Eylülünde İslâm dergisi yayınlanmaya başlayınca, o yazıların dergide yayınlanmasını arzu etmişler. M. Ali Torlak söyleyince, bir nüsha da dergiye gönderdik. Her ay derginin arka sayfalarında düzenli olarak yayınlandı. 

Daha sonra 1990 yılında, eksik sohbetleri de tamamlayıp kitap haline getirdik. “Özel Sohbetler” adı altında Vefa Yayıncılık tarafından neşredildi. Bu çalışmamız da Hocaefendimiz’in iltifatına mazhar oldu. Pek çok toplulukta, bizim bu çalışmamızdan övgüyle bahsettiler.

 

İslâm dergisi 1983 Eylülünde yayınlanmaya başladı. Hocaefendimiz’in başyazıları, derginin dosya konuları, kapak tasarımı, sayfa düzeni derginin kısa zamanda geniş kitleler tarafından benimsenmesine yol açtı. Tirajı yüz bini geçti.

O günlerde dergide çalışan arkadaşlar, Hocaefendimiz’in her yayın kurulu toplantısına katıldığını, herkese söz hakkı tanıdığını, istişareye göre dergi konularının belirlendiğini anlatırlardı. Bu durum dergide çalışan ve yayın kuruluna katılanlar için çok yetiştirici oldu. Kısa zamanda uzman dergiciler haline geldiler.

1995 Nisanında kadın ve Aile, 1995 Mayısında da İlim ve Sanat dergileri yayınlanmağa başladı. Hocaefendimiz her dergiye başyazı yazıyordu ve dergilerin muhtevasıyla bizzat ilgileniyordu.

Bu dergiler cemaatimiz için çok önemli bir eğitim aracı olduğu gibi, diğer cemaatlere de örnek oldu. Bir zaman sonra İslâmî dergilerin sayısı otuzu aştı.

 

* * *

1984 yılında bir arkadaşımızın bazı problemleri vardı. Hocaefendimiz’e arz etmek için İlâhiyat Fakültesi’ne gittik. Biraz sonra dersi varmış, bizi de dersine kabul etti.

Tahtaya Fuzûlî’nin bir beytini aslî şekliyle, Arap harfleriyle yazdı. Yazısı çok güzeldi. Veznini gösterdi, anlamını izah etti. Fuzûlî kendisini taklid etmek isteyenlere şöyle söylüyordu:

 

Müddeî eyler bana taklîd nazm ü nesirde,

Lîk nâ-merbut elfâz u mükedder zâtı var;

Pehlivanlar bâd-pâlar segridende her yana,

Tıfl hem cevlân eder ammâ ağacdan àtı var.

 

Ders bittikten sonra, bizi odasına aldı. Bize uzun bir süre vakit ayırdı. Sonra arabasıyla bizi okuldan tren istasyonuna kadar götürdü.

 

* * *

Yine 1984 yılında, zannedersem yılsonuna doğruydu. Bir akşam Sincan’dan birkaç kişiyle Hocaefendimiz’in evine ziyarete gittik. Evde Vâlide Hanım yokmuş, bizzat kendisi hizmet etti. Çay yaptı, bir şeyler ikram etti.

Birkaç gün sonra Avustralya’ya gidecekmiş (ilk gidişi), ondan bahsetti. Avustralyalılar bir kanguru derisini terbiye edip seccade yapmışlar, Hocaefendimiz’e getirmişler, onu gösterdi. Devetüyü rengindeydi ve yere serdiğimiz zaman Kıbrıs haritasına benziyordu.

Herkesin soracağı meseleler vardı, sordular. Ben de, kıyametle ilgili bir soru sordum. “Efendim, son günlerde hadis derslerinde kıyamet alâmetleri anlatıldı. Bu hususta nasıl bir düşünce içinde olalım?” dedim.

Cibrîl hadisinden başlayıp, bu konudaki bir sürü hadis-i şerifleri anlattıktan sonra, işi “İnsan öldü mü kıyameti kopmuştur.” noktasına getirdi. “Bu Mehdicilik akımını hiç sevmiyorum. Bunun ardında, ‘Mâdem Mehdi çıkacak, şeyhe ne lüzum var?’ fikri yatıyor. Bir insanı şeyhi kabul etmezse, Mehdi de kabul etmez!” buyurdu.

“Hocamız vefat ettiği zaman, birisi demiş ki, ‘Acaba kutupluk Hocamız’dan filân efendiye mi geçti?’ demiş. Eğer ona geçseydi, ona tabi olmak gerekirdi. Şimdi o efendi öldü, kutupluk nereye gitti?..” dedi.

 

* * *

1986 Ramazanında umrede bulunuyorlardı, Harem-i Şerif’te i’tikâfa girmişler. İkinci katta bulunuyorlarmış. Suudi Arabistan’da okuyan bir arkadaşımız da i’tikâfa girmiş, o anlattı. Zaman zaman Hocaefendimiz’le beraber iftar etmişler.

Bir seferinde Hocaefendimiz’e bazı ağabeylerden, yardımcı olmadıklarından yakınmış. O zaman Hocaefendimiz şöyle buyurmuş:

“--Ben etrafımdaki insanların ne olduğunu bilmez değilim. Herkese lâyık olduğu şekilde davransam, kimse kalmaz. Hacı Bayram-ı Velî’nin birbuçuk müridi varmış, bizim de biraz gencimiz var.

Böyle kimselerden Hocamız (Rh.A) de çok sıkılırdı. Bana kaç kez söylemiştir: ‘Es’ad, sen bu işleri yürüt de, ben Bursada’ki evime çekileyim, eserlerimle meşgul olayım!’ demiştir.” buyurmuş.

 

* * *

1986 Haziranında hac yemeğimiz vardı, Hocaefendimiz de teşrif ettiler. Köyde, içinden sular kaynayan güzel bir meyva bahçemiz vardı, program orda yapıldı. Kiraz ağaçlarının meyvalı dalları yerlere kadar uzanıyordu. Hocaefendimiz’in çok hoşuna gitti.

Yemekten sonra namazlar kılındı, zikirler yapıldı. Ahmed isimli bir ilâhiyatçı arkadaşımız ilâhiler söyledi. “Buyruğun tut Rahmân’ın, tevhide gel tevhide...” derken, baktım Hocaefendimiz’in gözlerinden yaşlar dökülüyordu. Çok duygulandılar. İlâhîler bittikten sonra; “Metin, bir kasete Ahmed bu ilâhîleri okusun da, bana getir!” buyurdular.

 

Sohbet esnasında, misafirlerden bir hoca arkadaş sordu: “Efendim bu müslümanlar nasıl birleşecek?” dedi. Hocaefendimiz de şöyle cevap verdi:

“--Birleşme eğitim yoluyla olur. Herkes İslâm’ı çok güzel öğrenirse, aradan ayrılıklar kalkar.

Eğitim iki türlü; örgün eğitim, yaygın eğitim... Örgün eğitim; ilkokul, ortaokul, lise, üniversite... Uzun zaman alıcı ve masraflı bir eğitim. Yaygın eğitim televizyon, radyo, gazete ve dergilerle oluyor. Daha kısa sürede, güzel sonuçlar alınıyor. Biz onun için dergiler çıkartıyoruz. Erkeklere, kadınlara, çocuklara en güzel eğitimi vermek istiyoruz.” buyurdular.

 

Sonra Hocaefendimiz, o yıl Ramazan’da, Suudi Arabistan’da hilâli gözlediklerini; hilâl görülmediği halde, Suudluların iki gün önce bayram yaptıklarını anlattılar. Orada okuyan on beş kadar arkadaşla gözlem yapmışlar, ay görülmemiş. Ama bazı kimseler, “Acaba filan dağdan görüldü mü?” diyorlarmış. Hocaefendimiz, “Bu ay saklanbaç mı oynuyor, kimine görünüyor, kimine görünmüyor; öyle şey mi olur?” buyurdu. Suudluların gözleme göre değil de, başka bir hesaba göre hareket ettiklerini anlattı.

Bu konuyu Hocaefendimiz İslâm dergisinde de yazdı. İlim ve Sanat dergisinde bilim adamları makaleler yazdı. Fakat Avrupa’dan bazı müslümanlar bunu anlayamadılar, Hocaefendimiz’i Diyanetçilikle suçladılar. İslâm dergisine tavır koydular, abonelikleri iptal ettirdiler.

 

* * *

1987’de Hocaefendimiz emekliye ayrıldı, Sapanca’ya yerleşti. Sapanca’da da evinin yakınındaki bir camide haftalık hadis sohbetlerine başladı. Muhtàrul-Ehàdîs isimli hadis kitabından ders yapıyordu. Hafta sonları yine İstanbul’da oluyordu.

Her ayın ilk haftası Ankara’ya geliyorlar ve perşembe günü Özelif Camii’nde hadis dersi yapıyorlardı. Diğer haftalarda Bursa’da, İzmir’de, Antalya’da oluyorlardı ve müsait bir camide hadis dersi yapıyorlardı.

Diğer günler, ziyaretçi kabul ediyorlar, gelenlerin problemlerini dinliyorlar, yardımcı oluyorlardı. Hemen her akşam bir evde sohbet oluyordu. Çok zaman Râmûzül-Ehàdis kitabını ev sahibine açtırır, neresi denk gelmişse oradan birkaç hadis okuyup izah ederlerdi.

 

Sohbetleri bir saatten uzun olmazdı. Cemaat daha ilgiyle dinlerken keserdi. Sohbet esnasında sık sık örnekler verirdi. Örneklerle anlatılan şeylerin daha iyi hatırda kaldığını söylerdi. Yeri gelince beyitler okurdu. Çok zaman Farsça beyitler okuyup, anlamını söylerdi. Sohbetlerden sonra Hatm-i Hàcegân yaptırır ve dua ederdi.

Sohbet esnasında gündemle ilgili açıklamalar yapar, aktüel meselelere temas ederdi. Onun için, sohbeti dinleyen herkes, haz duyardı. Okumuş okumamış, aydın cahil, şehirli köylü, kadın erkek, büyük küçük herkes istifade ederdi. Çok zaman, dinleyenlerin gönlünden geçen sorular birer birer açıklanırdı. Bu durum kendisine sorulduğu zaman, “Bunu benden bilmeyin, Cenâb-ı Hakk’ın bir ikramı.” buyurmuştu.

Cami sohbetlerinde problemi olanlar küçük kâğıtlara yazarak kürsüye iletirlerdi. Hocaefendimiz vakit müsaitse, hepsine cevap vermeye çalışırdı. Güncel Meseleler isimli kitaplar, bu cevapların yazıya geçirilmesiyle hazırlandı.

 

* * *

1987 yılında, Ankara’ya gelmişlerdi. Bir sabah bir arkadaşımızın evinde Hocaefendimiz’le birlikte kahvaltı ettik. Vakfın Ankara şubesi yönetimindeki arkadaşlar da vardı. Hocaefendimiz vakfımıza alternatif olsun diye yapılan çalışmalardan bahsetti. Bazı siyasîlerin vefasızlık ettiklerini, hizmetlerimize tavır koyduklarını söyledi. “Halbuki bizim elemanlarımızı kullanıyorlar.” dedi. “Bundan sonra vakıfta hizmet eden kardeşlerimiz partide görev almasın!” buyurdu.

Daha sonra, Ajans Türk Matbaasını ziyaret ettiler. Biz de yanında idik. Matbaa sahibi yaşlı bir kimseydi, Hocaefendimiz’e çok hürmet etti. Hanımı Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri’nden dersli imiş.

Hocaefendimiz ona sordu:

“--Biz dergileri filanca matbaada bastırıyoruz. ‘Her baskıda kâğıdın %20’si, %22’si fire veriyor, deneme baskısı esnasında zayi oluyor.’ diyorlar; ne dersiniz?” dedi.

“--Bu çok fazla bir miktar. Mutlaka işin içinde bir hile var, yolsuzluk var! En fazla %8 fire olur. Başına adam koyun, takip edin!” dedi.

Hocaefendimiz:

“--Biz bir matbaa kursak da, dergileri kendi matbaamızda bassak diyoruz, ne dersiniz?” dedi.

“--Matbaa makinaları çok kısa zamanda demode oluyor. Sonra, işçiyle uğraşmak çok büyük dert... En iyisi siz matbaayı değiştirin! Başka bir matbaada daha ucuza bastırabilirsiniz.” dedi.

 

* * *

25 Aralık 1987 de bir oğlum oldu. Hocaefendimiz Almanya’da bulunuyordu. Münih’te bir ağabeyin evinde kalıyormuş. 8 Ocak 1988 günü, isim sormak için aradım. Öbür çocukların ismini sordular; söyledim. “Bunun ismi de Abdüllatif olsun! İnşaallah Türkiye’ye dönünce görmeğe geliriz.” buyurdular.

Sonra, “Ankara’da ne var, ne yok?” diye sordular. Yapılan çalışmalardan bahsettim. “Her hafta samîmî arkadaşlarla toplanın, meseleleri müzakere edin! Aranıza samîmî olmayanları almayın!” buyurdular.

 

* * *

1988 Yılı Şubat ayının ilk günleriydi. Bir salı akşamı Hocaefendimiz Ankara’ya gelmişler. Fakat ertesi sabah erkenden Sapanca’ya geri dönmüşler. Durumu Ali Uyarel Bey’den öğrenince çok üzüldük. O akşam onun evinde toplandık. Dönüş sebebini Ali Bey şöyle anlattı:

Salı sabahı Hocaefendimiz İstanbul’dan ayrılmadan önce, İslâm ve Kadın Aile dergilerinin yazı işleri müdürleri Hocaefendimiz’in yanına gelmişler, dergilerin yeni sayıları hakkında tekmil vermişler. Hocaefendimiz saat 10.00 gibi İstanbul’dan ayrılmış. Yolda Sapanca’ya uğrayıp Ankara’ya doğru hareket etmişler.

Dergilerin yazı işleri müdürleri dergiye geldikten sonra, saat 13.00 civarında Ankara’dan birisiyle telefon görüşmesi yapmışlar. Görüşmeden sonra, dergilerde çalışan ondört kişi, topluca genel müdür Mefail Bey’e istifa dilekçelerini vermişler. Toptan işi terketmişler.

Akşam Hocaefendimiz Ankara’ya geldikten sonra saat 21.00 civarında Mefail Bey telefonla aramış, durumu bildirmiş. Onun üzerine Hocaefendimiz Mefail bey’e Ankara’ya gelmesini söylemiş. Mefail Bey uçakla gece 24.00 civarında Ankara’ya gelmiş. Olayın teferruatını Hocaefendimiz’e arz etmiş. Onun üzerine Hocaefendimiz gece geri dönmek istemiş. Bu işin gizli planlayıcılarını görmek istememiş. Kızının ısrarıyla kalmış, sabah namazından sonra Sapanca’ya hareket etmiş.

 

O hafta sonunda Cumartesi günü Sapanca’ya gittim. Camideki sohbetten sonra evinde ziyaret ettik. “Biz Ankara’da size de uğrayacaktık ama, dergide bazı problemler çıktı, bir kısım elemanlar, bizi zor durumda bırakmak için istifa ettiler. O yüzden geri dönmek zorunda kaldık. İnşaallah başka bir gelişimizde uğrarız.” buyurdu.

“Konya Lezzet Lokantası’nın sahibine, ‘Başarınızı neye borçlusunuz?’ diye sormuşlar. ‘Aşçılardan birisi kafası bozulup işi bırakınca, kollarımı sıvıyorum, hemen mutfağa giriyorum. Hizmet aksamıyor.’ demiş. Bizim de yayıncılık işini öğrenmemiz gerekiyor.” dedi.

Çocuk yedi aylık olmuştu. Demek ki 1988’in Ağustosun ilk günleriydi. Hocaefendimiz Ankara’ya gelmişti. Ali Bey, Hocaefendimiz’in bize geleceğini haber verdi. Çok mutlu olduk. Geldiklerinde çocuk kanapenin üzerinde yatıyordu. “Latîf... Latîf...” diye sevdiler. Hediye olarak, üzerinde şemsiye motifleri bulunan bir çocuk nevresim takımı getirmişlerdi. Ali Beyler de bir çocuk takımı getirmişti.

 

* * *

1987 Yılından sonra Hocaefendimiz’in sohbetleri videokamera ile kaydedilmeye başladı. Biz de Ankara’da vakfın öğrenci işleriyle uğraşıyorduk. Bir arkadaşımız umreden çift kasetli videoteyp getirmişti. Onunla kaset çoğaltmak mümkündü. Hocaefendimiz’in videokasetlerinden temin edelim, öğrencilere izlettirelim diye düşündük. Birkaç tane videoplayer ve televizyon temin ettik.

Sapanca’ya başka bir gittiğimde, konuyu Hocaefendimiz’e açtım. Uygun gördüler. “Videokasetlerle Ahsen şirketi ilgileniyor. Onun müdürü filâncaya söyle, sana videokaset temin etsinler.” buyurdular.

Oradan İstanbul’a geçtim, Ahsen şirketine vardım. Müdür beyle görüşüp meseleyi anlattım, Hocaefendimiz’le görüşmemi naklettim. Müdür bey uygun görmedi. “Hocamız’ın videokasetlerinin bütün te’lif hakları Ahsen şirketine aittir. Her ne amaçla olursa olsun, başkası çoğaltamaz!” dedi. Ne kadar anlatmaya çalıştıysam da, anlamadı, anlayış göstermedi.” Kaset alamadan Ankara’ya döndüm.

 

Aradan 10-15 gün geçti. Bir gün muayenehanemde otururken kapı çaldı. Baktım, İstanbul’dan iki yönetici arkadaş ziyaretime gelmiş. “Hoş geldiniz, hayırdır inşallah!” filân dedim. Anlattılar:

Benden birkaç gün sonra Hocaefendimiz İstanbul’a gelince, “Videokaset işi ne oldu?” diye sormuş. Onlar da olayı anlatınca, “Ben göndermiştim, ayıp etmişsiniz. Gidin, gönlünü alın!” buyurmuş. Onlar da başka bir iş için Ankara’ya geldiklerinde, beni de ziyaret edip meseleyi anlattılar.

Ben de onlara tekrar, ne yapmak istediğimizi anlattım. O zaman, bir videokaset on bin liraydı, 30 tane sipariş verdim. Bir zaman sonra 24 tane kaset gönderdiler. Dördü bozuk çıktı ama, sağlamlarını çoğalttık, öğrenci evlerine verdik. Hatta İsveç’e ve Avustralya’ya bile gönderdik. 

 

.................

İnegöl köftecisi

İlahiyatçılar boykotu

Diş tedavisi

-- Dişçi nureddinin hatıraları

 

1986 hac

1988 muayenehane

3 Ocak 1989 parti

22. 2 1990 Mi’rac gecesi

1991 Özbekistan

1993 Hac

1994 Özbekistan-2

11 Kasım 1994 Ankara MZK anma

1996 rüya MNC

1997 Son Uyarı

1998 Umre son görüşme

20 Ocak 2001 son konuşma

© 2024 Dr. Metin ERKAYA
Bu site Dr. Metin ERKAYA anısına oğlu Lütfullah Erkaya tarafından geliştirilmiştir. Allah rızası için ruhuna fatiha...