ABDÜL'AZİZ BEKKİNE HAZRETLERİ HAKKINDA...
(1895 - 2 Kasım 1952)
Hayat HikayeleriBizim tekkemiz yüksek tahsillilerle ilgili çalışmalarına İstanbul'da başlamıştır. Rahmetullàhi Aleyh Abdül'aziz Efendi, cennet-mekân, ihvânımızın büyüklerini üniversiteye sevk etmiştir; "Üniversitede kalın, hoca olun!" demiştir.
O zaman üniversitede kalmak, çok büyük mahrumiyet demekti. Üniversiteden dışarıya çıkan, o ünvanı kazanmış bir insanın piyasada kazanacağı maaşın üçte birine razı olması demekti, "Üniversitede kal!" demek... Dışarıda mühendisin çok büyük itibarı, kıymeti vardı, maaşı yüksekti. Ama asistan kaldığı zaman aldığı maaş, memur maaşı idi. Düşüktü, belki üçte biri idi, belki dörtt ebiri idi.
O zaman Abdül'aziz Efendimiz, tekkemizin postnişinlerinden Abdül'aziz Hocaefendi, ihvânını bu mahrumiyete sevk etti. Yâni:
"—Az maaş alacaksınız, maddî bakımdan sıkıntı çekmeğe razı olacaksınız; girin üniversiteye asistan olun!" dedi.
Onlar asistan oldular, doçent oldular, profesör oldular; üniversitede talebe yetiştirdiler. Dindar talebelerden bir camiamız oluştu. (1)
* * *
Rahmetli Abdül'aziz Bekkine Hocaefendimiz, genç ve fedâkâr müridlerini başlangıçtaki mahrumiyetlerine rağmen, yüksek tahsile ve üniversitelerde hoca olma yoluna sevk etmiş; halefi aziz ve mübârek şeyhimiz Mehmed Zâhid Kotku Hazretleri de o yetişen kadroları sanâyie, devlete, sosyal ve siyâsî hizmetlere yönlendirmişti. Böylece tekkemizden yetişen çok kıymetli elemanlar her sahada, herkesin bildiği, nice nice hayırlı hizmetler ürettiler, ümmete nice nice faydalar sağladılar, sağlamağa devam ediyorlar. (2)
* * *
Birisi derviş olmuş, intisab etmiş bizim Abdül'aziz Hocamız'a (Rh.A) gelmiş:
"--Hocam, ben senin dervişin olacağım!"
"--Ee, ol bakalım ama, benim dervişim olacaksan dargınlarla barışacaksın, küslerle barışacaksın!" filân diye söylemiş.
Bir kaç gün geçmiş. Adam delikanlı, üniversitede hoca, bıyıklı, kravatlı, ütülü pantolonlu, yakışıklı, yüksek mühendis, itibarlı bir adam...
"--Şimdi ne haber?" diye sormuş hocası...
Çok hoşuma gidiyor, olmuş yâni. Kendi ağzından dinledim ben...
"--Ne haber?.."
"--Hocam, işte senin tavsiye ettiğin şekilde, dargın olduğum insanlarla barışmaya çalışıyorum ama, eskiden beri küstüğüm başımı çevirdiğim adama gidiyorum, seninle barışmak istiyorum diyorum, elimi uzatıyorum. Yaltaklanıyorum yâni ona, barışıyorum ama, bu izzet-i nefsime çok dokunuyor." demiş.
Buraya kadar sözleri hep normal... Yâni hiç hayret etmedik ama, erbabı nasıl hemen yakalıyor bak meseleyi:
"--A evlâdım, nefsin izzeti mi olurmuş?.." demiş.
Nefsin izzeti var mı?.. O nefis bize: (İnnen nefse leemmâretün bis-sûi) değil mi yâni? Bu nefis değil mi bize günahları işleten, bu kötülükleri yaptıran?.. Bu huysuzlukları, edepsizlikleri biz nefisten dolayı yapmıyor muyuz?.. Nefisten dolayı yapıyoruz. Allah indinde kıymeti olmayan bir şeyin izzeti mi olur? İzzet dediğin şey kıymetli şeyde olur. "Nefsin izzeti mi olurmuş a evlâdım?.." demiş. (3)
* * *
Abdül'aziz Hocaefendimiz'in evine Nureddin Topçu gelmiş, konuşmuş. Nureddin Topçu, felsefe doçenti, Fransa'da tahsilini yapmış bir insan... Bir sürü sıkıntısı var, bir sürü sorusu var, bir sürü meselesi var. Hocaefendi'ye sormuş, gece sabaha kadar konuşmuşlar. Sabah çıkmışlar, yanındaki arkadaş anlatıyor: Kapının önünde yutkunmuş, mütebessim, çok memnun durumda...
"--Aklıma bir iki soru daha geldi, içeri girsem, onları da sorsam olmaz mı?" demiş.
Sen doçentsin, âdâb-ı muaşereti bilirsin. Ama tad alıyor, sohbetten tatlı ayrılıyor.
Toplantıdan tatlı ayrılmak önemli... Yeri sevmek, ayrılmak istememek, ayrıldığı zaman da aklının, canının orda kalması... (4)
* * *
Hayatta hepimizin iyi müslüman olarak sadece Allah’ın rızasını düşünmesi lâzım, sadece Allah’tan korkması lâzım, Allah’tan gayriden korkmaması lâzım!.. Bizim Abdül'aziz Hocamız (Rh.A), Hocamız Mehmed Zahid Efendi KS'in arkadaşı ve ondan önceki selefi; mübarek dermiş ki:
"--Biz Allah'tan korkmayanlardan korkarız; yâni insan Allah'tan korkmadı mı, onun akibeti fenâ olur da onun için üzülürüz. Ölecek gidecek, fenâ durumlara düşecek, yazık olacak ona diye korkarız." dermiş. (5)
* * *
Bizim hocamız Abdülaziz Bekkine Hazretleri (Rh.A) buyurmuş ki:
"—Siz zannediyor musunuz ki, mürşidler bir kusuru hemen size söyler?.. Bazan o kusurun düzeltilmesi için, tam tavına gelmesi için, nasihatın kabul edilebilir bir hale gelmesi için, on yıl beklediğimiz olur!.."
On yıl!.. "Şimdi söylesem anlamaz bunu, hele biraz daha sabredeyim. Kusuru var ama, durayım" filan diyerek, on yıl beklediği olur. Onun için, Mehmed Zahid Hocaefendimizin (Rh.A) ben direkt olarak, "Şöyle yap, böyle yap!" diye emir sigasıyla emir verdiğini hatırlamıyorum.
"—Acaba, şöyle yapsanız nasıl olur?.. Şöyle yapmak uygun olur mu dersiniz?.."
Yani, istişare ediyormuş gibi soruyor; halbuki emir!.. Neden?.. Bir veliyyullahın sözü dinlenmediği zaman felâket olur da onun için... Muhatabını o duruma düşürmüyor. (6)
* * *
Hocamız Mehmed Zâhid Kotku (Rh.A), Abdül'aziz Efendi'nin ahirete irtihalinden sonra makama oturmuştu. Zâten Abdül'aziz Efendi'yi tekkeye getirip onu derviş yapan kimse Hocamız'dır.
Bir kimse bir kimseyi tekkeye getirirse, onun tarikatte ağabeyidir. Doğu Anadolu'da sünnet merasiminde kirve filân diyorlar, onun gibi bir durum olur. Hem Hasib Efendi'yi, hem Aziz Efendi'yi Gümüşhaneli Dergâhı'na Hocamız getirmiş.
Ama, çok mütevâzi bir insandı Hocamız... Çok büyük mânevî makamı olduğunu, bu işin erbabı olan herkes söylüyor. Tevâzûyu böyle lafla değil, ömründeki jestleriyle de bize öğretmiş bir kimsedir. Örnek alınacak halleri vardır. Kendisinin tekkeye getirdiği insanları öne sürmüştür, onlara vazife yaptırtmıştır. Onlar gittikten sonra tekkenin başında vazife yapmıştır. Aslında onlardan kıdemlidir. (7)
* * *
Benim babam [H. Necâti Coşan Efendi] —Allah uzun ömür versin, geçmişlerimize de rahmet eylesin— her akşam tekkeye giderdi. Her akşam işinden gelirdi, akşam yemeğini beraber yerdik. Yemekten sonra Abdül’aziz Hocaefendi Hazretleri’nin tekkesine giderdi. Her akşam sohbet, her akşam zikir...
Bizi de belirli zamanlarda götürürdü. Her sabah namazını tekkede kılardı. Bu bir ortam... Her akşam bazı insanlarla beraber olmak... Çok insanlarla biz aynı sofrada yemek yedik, aynı kâseye kaşık salladık. Çok samîmî arkadaşlarımız... Bunların bir kısmı bakan oldu, bir kısmı başbakan oldu, çok yüksek mevkîlere çıktılar. Aynı sofrada oturduk, aynı safta namaz kıldık, aynı grup içinde gezmeler yaptık ve Türkiye bir olay olduk biz... Hocamız’ın son görev yaptığı camiden dolayı bize İskenderpaşa Cemaati diyorlar. Ama biz Türkiye’de tarihe geçen bir grup olduk. Tarih yazacak bunu...
İskenderpaşa grubu diyecek, onlar şöyle yaptı, böyle yaptı diyecek. Faaliyetlerimizden bahsedecek, yetiştirdiğimiz insanlardan bahsedecek. Bizim tekkemiz reisicumhur yetiştirdi, başbakan yetiştirdi. Bu herkese nasib olmuş bir şey değildir. (8)
Notlar:
(1) Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Tasavvuf Yolu Nedir, s. 45, İstanbul, 1997.
(2) Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, İslâm, Ekim 1994.
(3) Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Avustralya Sohbetleri 4, s. 265, İstanbul 1996.
(4) Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, İmanın ve İslâm’ın Korunması 2, s. 45, İstanbul, 1998.
(5) Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Allah’ın Gazabı ve Rızası, s. 60, İstanbul, 1997
(6) Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, İslâm, Nisan 1993.
(7) Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, Güncel Meseleler 2, s.162, İstanbul, 1997.
(8) Prof. Dr. M. Es’ad Coşan, İmanın ve İslâm’ın Korunması 2, s. 34, İstanbul, 1998.